26 Temmuz 2011 Salı

Sen Yağmura Teslim Olurken Sırtımı Döndüm Sana Ey Şehir!

Iskender Pala'dan "Şah & Sultan"ı okurken Selimi'den şu satırlar uzun süredir beynimin kıvrımları arasından bana bazen usulca fısıldıyor bazen de çığırtkan bir edayla uykularımın canını okuyor:

Ey Kader!Canımı sevgili uğruna feda edesiye kadar işimi rast getir.
Ey Kaza!Ya sen, daha ne zamana kadar işimi bozacaksın?!

Bu satırların etkisinden kurtulmak için kendimi Salzburg sokaklarına bıraktım, sorularımı, sorgulamalarımı ve karmaşıklığımı kimselerin uğramayacağı bir çöplüğe ya da öylesine bir sokak aralığına kimseler görmeden bırakıp kaçacaktım. Nasıl bir şehir bana böylesine meydan okur diye her sokak adlarının kenarlarına hayal kırıklıklarımı iliştirdim. Yüreğimdeki Istanbul vefalı bir sevgili gibi hep yaralarıma merhem olma çabasındayken, bu şehir aksine onları deşiyordu. Gerçi yaralarımı sorgulamadı İstanbul, o hep sadece iyileştirme çabasıyla beni sebeblerden uzaklaştırıyordu, ve ben hiç sormadım açılan yaraların sebebi hikmetini. Aitsizliğin, göçebeliğin, zayıflığın ve çaresizliğin ne demek olduğunu bana gerçekte Salzburg öğretti. Tarih nasıl ki toprağı metaforik olarak kadına (bedenine) benzeştirir şehirlerde elbette öyledir, hepsi birer kadın ve hepsi benim kadınlığıma bir parça ekleyecek dost mahiyetindedirler. Bazen şehirler canını yakar, ne de olsa kadın imgesi ile hemhal olmuş bu toprak parçaları doğumlarından itibaren temsil ettikleri cinsiyete dönüşürler. Kadındaki biyolojik döngüden dolayı meydana gelen iniş çıkışlar bu şehirlere aksetmiştir, ve sokaklarında gezindiğim o süreçte farkettim ki artık şehirle ben bir beden olmuşuz. Istanbul güçlü kadın yanımı temsil ederken, Salzburg her defasında zayıflığımı yüzüme çarpıyordu. Bu şehirde bir seneyi doldurmadım ama o kadar çok paylaşımım oldu ki onunla, ondan kaçma planlarımı yaparken içimden bir ses beni hain olmakla nitelendirip duruyordu.

En çok sevginin ne demek olduğunu öğrendim, ardımda bıraktığım herkes,herşey ve bir şehir. Sevginin özlemle aynı kazanda kaynadığında nasıl kutsal bir iksire dönüştüğüne şahit oldum. Büyüdüm sanırım ben bu şehirde, ve kadınlığımın arka sokaklarına gizlenmiş yönlerim benimle yüz yüze gelme cesaretini gösterdi en nihayetinde. Istanbul saflığın, toyluğun, sınır tanımaz, hırslı, kapitalist, idealist bir kızın çoşkun nehriyken, Salzburg olgunluğun, mağrur duruşun, sadakatin, anneliğin, iffetin, teslimiyetin ve kadınlığın durgun bir denizi imiş. Ryszard Kapuscinski'nin "crossing the borders" (ya da bence "crossing the iron curtain") fetişizmi ile gelen ve her aştığı sınırla kendine ve bizlere yönlendirdiği sorularla mutlak doğrular dünyamızı sarsarak yüreğimizdeki, ruhumuzdaki yaralarla yüzleşmeyi sağlayan olgunlaşma evresi, bir anlamda sınırlar aşarak patlak veren içimizdeki kutsal devrim, bende de etkilerini göstermeye başladı. İşte Yavuz Selim'in satırları arasında gizlenmiş olan o meydan okuyuş, isyan sınırlarına selam çakma, o sevgiye ve sevgiliye teslimiyet gücü kudreti gariptir benliğimle hesaplaşmalara sebeb oldu. Neyi amaçlamıştım ben bu zaten kısacık olan hayatımda ve neler başarmıştım? Sevgi, etrafımdaki insanların hep para, haz, nefsani duygular,dünya, hırs, gereksiz buhranlara, savaşlara,kavgalara feda edilmişti. Kimse sevgi ile başlayan, ve sevgi ile yoğrulmuş dahası sevgi ile "Ol" denmiş ve olmuşluğun,varlığın başlangıcını hatırlamıyor ya da hatırlamak istemezcesine yerine en gereksiz duyguları bile tercih ediyordu ya, neden?
   Bir arkadaşımla hasret giderirken konu dönüp dolaşıp hayat adına hedeflerimize, ideallerimize gelmişti, ben projelerimi anlatırken birden ne kadar naif hissettim kendimi, ve ne kadar komiktik aslında. Biz minik insanlar, her zaman cahil, her zaman küçük hesapların peşinde sözde bilgeler. Yoo hayır sayın seyirciler biz naif olamazdık okumuştuk raflar dolusu kitaplar, ve en önemlisi biz Karkamış'taki Döne ya da Cizre'deki Kania gibi bakmıyorduk hayata,topluma, insanlığa! Kant'ı, Foucault'yu ya da Sartre'yi bilmezlerdi belki ama bilmek ne demektir ki aslında? Bir gün çok uzaklarda olan bir arkadaşımı ziyarete gittiğim sırada evindeki kütüphanesini incelerken bir kitap geçti elime, Mustafa Ulusoy'un "Nietzche ve Babaannem"i, kitaptan ufak bir alıntıyı buraya iliklemek gerekirse:
      NİETZSCHE bir felsefeciydi. Üniversiteden ayrılmış bir profesördü. Babaannem ise yalnızca bu gezegende yaşayan bir insandı. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımıydı. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti. Nietzsche üniversitede ders verirdi. Bir düzine kitap yazmıştı. Nietzsche çok tanınmış biriydi. Bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannem ise yalnızca oturduğu köyünde tanındı. Kocası ölünce babamın evine taşındı. Bir bahçeye açılan odasında yıllarca yaşadı. Mahallede kendisini tanıyan sayılı insan dışında bir ünü, şöhreti yoktu.
Kitabı okumaya başladığım anda beynimden değilde aksine yüreğimden beynime giden bir akım hissettim, kafamdaki idoller ve idealler uzak bir diyarın balçıklı gölüne karıştı, ayakları çıplak olmasına rağmen gülümseyen ve sınır tanımadan seven insanlar, hatta hatta karnı açken karnını sevgiyle doyuran. Karnına taş bağlayan ve bir kere bile şikayet ettiği işitilmemiş olan Ey Sevgili senin karnın ne ile doyardı! Yanına gelen sahabe, "Ya Resulallah, açım" deyip midesini bastıran taşı gösterdiğinde, O kendi kuşağını çözmüş ve yere iki tane taş düştüğünde yanına gelen sahabe bir kelime dahi etmeden yanından ayrılmıştı ya!Peki ya biz "insancıklar"....???......Ve sen yağmura teslim olurken sırtımı döndüm sana Ey Şehir!

3 Temmuz 2011 Pazar

Salzburg'a ara verirken

     Bir süredir yine yazmalara ara verdik sanırım ey ahali! Ama bahanem var,hatta bahanelerim var. Öncelikle yapmam gereken bir ödevim var. Ordan duyuyorum, "Bir ödev mi? Şükürsüz!". Hatta bu diyenleri daha da gaza getirecek diğer bir durum şöyleki, ödevim yirmibeş sayfalık bir ödev. Ve sesler yükselir, "Ayıp hoca yaaa,utan utan söylerken yüzün kızarsın,yerin dibine gir!". Ama eğer bu ödev Philosophy of Science ya da nam-ı diğer Theori Wissenschaft gibi bir konunun özeti ise verenin atasından başlayıp babamın tabiriyle "sinemaya götürmek lazım". Babamın küfretmemek için bulduğu çözümsel teknikler, ama tabii kelimelerin anlamlarından ziyade hangi bağlamda kullandığını biliyorsanız küfretmemiş olması tamamen servis dışı kalıyor nacizane Ben'e göre. Ama şuan bunu tartışmak yersiz,yurtsuz, kapısız,kulpsuz...siz,suzzzzz. Gelelim sinemaya götürülesice Philosophy of Science adındaki kitaba. Yazarını hayal ediyorum, akademisyen(tabii ki yoksa o saçmalıkları kim yazar),Nietzsche'nin yaltakçısı, banyo yapmıyor tuvaleti gerekli olmadıkça kullanmıyor (odanın köşesi ne güne duruyor?), "neden" sorusunu sormanın ve "Tanrı ölmüştür" demenin übermenschlich yani superhuman olmak olduğuna inanan ama, fakat, lakin, ne yazık ki, Nemrut'un sivrisineğe yenilmesi kadar ironik bir trajedinin popüler ürünü olma ayrıcalığına sahip bir gariban, oturduğu sandalyenin yerini değiştirdiğinde dünyaya barış getirebilceğine inanacak kadar değişim öncüsü, Nuh'un gemisi giderken arkadan onurlu bir gülümsemeyle başı dik sulara gömülen Beşer! Yazarımızı sulara gömerken gelelim sonraki gelişmelere, işte ben böyle ödevim,yazarım,kitabım hakkında hikayeler kurarken bir misafirim çıkageldi. Sonra birden,evet evet birden etrafımda birden ilgilenmem gereken insan silüetleri belirmeye başladı, ilk etapta gerçek olmadıklarını,halüsinasyon olduklarını varsaydım...meğerse aksi bir durum söz konusuymuş. Şu lanet Feminism'in biz kadınlara yüzyılı aşkındır aşılamaya çalıştığı "güçlü kadın profili" var ya, beddua edesim geliyor bazen Simone de Beauvoir'lara, Kate Millet'lara ve bunların binlerce fabrikasyon ürün versiyonlarına, yok yani Rousseau gibileri de lanetlik.
      İşte tam 72 saat önce sinir hücreleri destruction için climax point'a yaklaşırken üzerime ceketimi bile almadan valize son anda birşeyler tıkıp,hatta tıkarken kendimi"planlarım, planlarım,oooppss hayatım, nereye nereye" diye söylenirken Belçika'ya giden bir tren koltuğunda buldum. Etrafımdaki insanlar beni o kadar yormuş ki, bu uzun mu uzun tren yolculuğu gözümde bir hiç gibi geldi. Olayı daha da öteye götürmeyi planlamıştım, bir günü birlik İsveç fena olmaz dedim ama, sanırım beyninin parçalarını Salzach'a düşürmüş olan bu kızı Belçika'daki dostlardan başka kimse anlayamaz (uzaklarımdaki diğerleri kırılmayınız, çünkü jet lag dinlemeyen bir yüreğim var benim...bir dakka yüreğim buralarda bir yerlerde olmalıydı??!!). Antwerpen, işte bu sene nefes almamı sağlayan tek mekan, "topluma karışmak" adındaki kelime topluluğunu tam da Türk Dil Kurumundaki anlamını benim için karşılayan yer! Burda bir "Sevgi Cumhuriyeti" var sıcacık, Kuzeyin soğuklarına rağmen. Havada uçuşan güzel sözcükler var etrafımda, bir kaçını yakalayıp cebime atıp geri döncem bir kaç güne, sanırım bir süre onlarla idare edebilirim.
    
    Ve ben bu satirlari yazarken Flaman diyarinin bir kosesine pusmus bir kediymisim, sonra kedinin birden kacasi gelmis, baglanmamak adina yine "Yolculuk!" demis icindeki kedi ruh, ve gocmus kedi. O yol senin bu yol benim,yorulmadan, biraz huzunlu, biraz mutlu, biraz kizgin, yanlis anlamayin tum kizginligi kendine, enaniyetine, ve sevdiklerine karsi yapamadigi fedakarliklara....Bir sarkinin misralari var beynimin kivrimlari arasinda her bir kelimesini icime dogru soyluyorum,sessizce, dusuncelerim arasinda kalmis bir sarki bu....Bana bir hic ugruna biraktiklarimi hatirlatiyor, savasmaktansa kacmayi yegledigim hersey,herkes ve Istanbul'um...
Başka birşey
Yok elimde hafızamda
Düşünüyorum,
Ne kadar yer etmiş olabilir ?
İstiklal caddesi kadar...