29 Mart 2011 Salı

Ladies here comes the "Platon Initiative"!!!

"Procastination" serisinin ikinci bölümünde "Brunch" olacağı sinyallerini önceki yazımda belirtmiştim, nitekim gerçekleşti de kendileri. Pazar sabahı bir uyandık ki, öfff Salzburg'u yağmur götürüyor(ne mutlu, keşke toptan götürseydi bu şehri mi acaba?!). Volkswagen Golf arabamıza elimizde yiyecek materyalleriyle bindik, ordan burdan  adamlarımızı topladık ve merkeze vardık ama nasıl vardık bir görseniz. O gün tam bir Türk'tük,ellerimiz ne kadar doluysa arabadaki eleman sayısı da bir o kadardı. Herkeste bir bayram sabahı heyecanı vardı desem abartmış olmam aslında, malum "Platon Initiative"in ilk buluşmasıydı ve hepimizin kafasında, "nasıl olacak?", "herkes gelecek mi?", "beğenecekler mi?" gibi sorular vardı. Hmm, farkettim "Platon Initiative"in ne olduğunu sorguluyorsunuz. Şimdi malum, "It is mainly about my procastination process", fakat dahası burada üniversiteliler dersleri dışında hiç sosyal aktivitelere felan katılmıyorlar. Zaten üniversiteliler burda asosyal desem yalan olmaz, özellikle Türkler ki zaten üniversiteli Türk o kadar az ki! Sonuç olarak nerden çıktı,birden çıktı, ne bilim ben felan derken bir baktım nur topu gibi bir insiyatifimiz olmuş. Bir kaç günde yer ayarladık,davetiye bastık, millete haber saldık derken geldi çattı 27 Mart 2011 sabahı. Ben canape'ler ve design'la ilgilendim, bir de sinirlerimle ilgilendim,malum perfectmania!
   Bunlarla meşgul olurken en çok bıraktığım şehirde ve tabii dünyanın başka başka yerlerine dağılmış dostlarımı hatırlayarak hüzünlendim,hem de çok!!!!Onlar olsaydı....onlar olsaydı...hep yanımda olsalardı,ve hep olsalar. Kendimi bir salyangoz gibi kabuğumun içine kapatmak istiyorum, hiç çıkmak istemiyorum,dünya yüzüme hasret kalsın. Sadece uzaklarımda özlediklerim yanımda olacaklarsa çıkarım kabuğumdan.
Ben bunları içimden geçirirken insanlar gelmeye başladı, o kadar çok katılımcımız olmadı ama umut iyidir değil mi? Bir daha ki buluşmamız bir "5 Çayı" olacak, ve eminim katılımcılar üçe katlanacak, sonra bir gün özlediklerim de yanıma gelecekler,ya da ben hırslarımdan arınıp "terk-i diyar" deyip döneceğim ait olduğum yere. Yine yeniden, ne demiştik, Umut İyidir, vesselam.  
 
Bazı şarkılar insanı böyle gülümsetir,hani böyle, "Hadi kalkın çıkalım!Yüreğimiz bizi nereye götürecek bakalım" dedirtir ya işte öyle bir tanesini dinleyin bakalım:)

25 Mart 2011 Cuma

PrOcRaSTinATioN....

"Procrastination," dedi brand new forschungs seminar arkadaşım. Tezimle ilgilenmemek adına yaptığım kekler, mallmaniaklaşmam, ve oralardan aldığım ıydırık kıydırık nesneler. Sonra daha kötüsü, her gün aynı şarkıları dinliyorum. Listem aynen şöyle: Jason Mraz "Lucky", Glee "Lucky" (ııgh çok farklı??!!), ve yine Glee "Poker Face". Oturup konferans'ta yapacağı sunum için hazırlanması gerekirken napıyor bu hanım efendi?? Sınıf arkadaşlarıyla Coffee at Mensa!Hatta onlara da kek yapıyor götürüyor(see above:). Sonra pazar gününe genel anlamda Türk UniLady'lerine hitap edecek brunch hazırlıklarına eşlik ediyor!Bir de utanmadan "Kiss me Kate" müzikaline gitmek için arkadaşlarına söz veriyor??!! Yoksa yoksa...geldi bahar ayları gevşedi gönül yayları diyen atalar atası Müsveddin bey amcanın hikayesi doğrulanmış durumda mı? Gevşemiş yaylarımı R&B dinliyerek yatıştırıyorum, aklıma tabi önceden Oficlubber hallerim(iz) geliyor. Gerçi farkettiğim kadarıyla Salzburg'a böyle bir canlılık geldi. Milletin arabalarında çalan XL club parçaları,her yerde aval aval bakan turistler, onlara mikrofonlarıyla Salzburg'un otundan tut tuzuna kadar, dahası Unesco'sundan tut Tom Cruise'ına kadar anlatıp, "Bakın bu şehir...ahh, bu şehir Barok Masallarının doğduğu yer, bu şehir...ahh bu şehir Aşk kahramanlarının ilham kaynağı", diye dizen rehberuscuscus adında ki yaratıklar. Bunlar genelde saçları omuzlarından aşağı uza(ya)mayan,boyları 1.60 olup giydikleri topuklularla 1.65'i bulmaya çalışan ama hala turist kalabalığının içinde kaybolmaya mahkum olan pek asri görünümlü hanım hanımcıklar. Yüzlerindeki ifadeleri açıklamak gerekirse aynen sanki yüzüne bakarken şöyle geçiriyor içinden diye var sayıyorum,"Hey, sen,evet sen cahılll!Şimdi dinleyin sümüklüler", sonra sesli versiyon geliyor ki resmen burada 'cırlıyorlar', "Burası Mozart'ın doğduğu ev! Mozart....".
Hasılı kelam, Salzburg gözüme bu aralar böyle bir sevimli gözüküyor, içimde garip kıpırtılar var 'gibi. 'Gibi'den ötesi artık Yaradanın yakın zamanda bana yollacayacağı kelebek kanatlarıyla süslenmiş zarfın içinde bir süre önce beni umutsuzluğa sürükleyen Sinek'in cesedini istiyorum (O ni demek şimdi?!). Hmmm, o cesed elime ulaşır ulaşmaz hedefim "procastination" denilen hastalğıma çare bulmak olacak.

Zırvalarıma son verip,kayışı toptan kopmak üzere olan Ben'in geçenlerde mallmania'sı sayesinde aldığı matruşka vari kedili kutularına bakıp içinizden,"ayy uyyy ne şeker" gibi tepkiler/etkiler uyandırayım efenim. Kedi seven herkese selam olsun, sevmeyenler varsa aranızda,"nçnçnçnç, çok ayıp", vesselam...

13 Mart 2011 Pazar

Wafeltje Wafeltje...

"Öğrencinin altın ayakkabısı olsa bile burs verin demiş bir büyüğümüz",diye ifadeler kullanıyorum bu aralar yakın olduğum Türklere. Eee,yalan mı? Burs veren yok ama evimizi ziyaret edip bize devamlı (bize dediğim zaten topu topu iki kişiyiz) yiyecek içecek getiren bir ablamız var. Daha doğrusu ben onu görünce artık "anne anne annecim" diye yanına koşuyorum sonra başımı omzuna dayayıp kedi moduna direct-transfer oluyorum. Geçenlerde onu kahvaltıya çağırdık, geldiğinde canla başla teflon pilav tenceresinde ona krep yapıyordum. Evet yanlış duymadınız, pilav tenceresi!Napalım yok işte yokkkk! Sonra "anneciğimiz" gitmiş bize Tefal'den (hemi de TEFAL!) büyük küçük iki tava, ha bir de ütü masası, olmadığına farketmiş te. Velhasıl, yine aynı gün bize "waffle" getirmiş. Bu arada ev meyveyle dolup taşıyor, bakmayın çok olduğuna burdaki meyvelerin tadı yok. Hepsi "fake"!! Gerçi burdaki Türklere sorsanız, klişe cevap şu olur, "Fake'ın alası Türkiye'de, bütün gıdalar GDO'lu, zaten kaliteli sebze- meyveleri buralara yolluyorlar". El-cevap: Yek yaaa!!??Bir tanesine dedim ki, "Kim dedi size Türkiye'nin bütün kaliteli ürünlerini yurtdışına (Avrupa'ya) yolladığını? Kızın cevabı enteresan, "Okulda öğrendik, bize öyle anlatıyorlar orada"(Yorumsuz!) Ya zaten burdaki Türklerin Türkiye anlayışına hayranım. Dahası var, ben size en'lerden ikisini sıralayayım biraz gülümseyin (gerçi ben gülümseyemiyorum artık):

Manisa'nın zenginlerinde diye tanıtılan teyze: Türkiye'de kaloliferli ev pek yok zaten.(Teyzecim ben 1995'ten beri ülkemdeyim ve evet kalolifersiz ev var,ama pek yok demek??!!Sonra öğreniyorum ki bu elemanlar Evropa'nın teee gobeğende kalolifersiz evde yaşıyorlarmış da yıllar sonra kaloliferle tanışmışlar).
Türk kızımız: Türkiye'de hiç muz görmedim. (çok özür dilerim, "ohaaaa", Alanya diyorum aloooo!)

Neyse ablanın getirdiği waffle, nam-ı diğer Wafel diyorduk demi. Ben şimdi ara ara uğrayan ev kızı olma modundayım ya, kendimize wafel hazırlayayım dedim hem böylece meyveleri değerlendirmiş olurum. Başladım hazırlamaya ama ne uzun sürdü beeaa. Kremşanti hazırlarken heryere sıçrattım,ama bütün suç blender'ın! Sonra kremşanti bir türlü katılaşmadı,malum Belgium usülü yapacaktım wafel'ımı. Walla öyle ya da böyle sonuç fotoğraftaki gibi, almost a fruit salad guys:) Ama ama, as a result, tabaktaki herşeyi silip süpürmedik mi?!
MUTLU SON!  

12 Mart 2011 Cumartesi

Sus yoksa....?!


Ssshhh....sonra yeniden...Ssshhhh...sessizce şarkının sözlerini tekrarla, " Can't read my, can't read my/No he can't read my poker face". Bu aralar "Paradoks Kraliçesi" içime kaçtı dostlar!!Suskunum, ama içimden suskunum. Dışardan gayet çenebazım, ha bir de espiri yapmaktan kendimi alamıyorum,biri beni sustursa müteşekkir olucam. Susturulan kadınlara dahil olasım var bu aralar,bu kadar çok bilmek istemiyorum. Insanlar bana, "Akıllı kızsın, bak bize, çoluk çocuk derken insan ideal felan unutuyor" demese. "Paradoks Kraliçesi"nin talimatı üzerine dün gelen misafirlerime oturmadan hizmet ettim(yalan olmasın biraz oturdum),sofra düzdüm haa bir de ilk defa ballı kek yaptım. Aslında kek yapmak yemek yapmak bahaneydi,misafirlerimle konuşmaktansa mutfakta sessizce yemeğim için, kabarmakta zorluk çeken kekim için dertlenmek istiyordum. Ki ben, mutfakta canla başla yemek ve kek yapmak?!! Sonra Glee Cast'in versiyonunun daha damar olduğunu düşündüğüm Lady Gaga'nın meşhur Poker Face'ı geldi aklıma. Poker Face ve Kadınlar....!!! Sahi bizleri kim susturmaya çalışıyordu?!!
Lisedeyken bir arkadaşım anlatmıştı, babaannesi hiç konuşmazmış. Bir gün ısrarla sormuş bizimki, "Babaanne, neden genelde hep suskunsun?". Cevap tanıdık, hem de çookkk, "Küçüksün 'sus' dediler sustum.Kız kısmı konuşmaz öyle dediler yine sustum. Evlendim, gelin dediğin eli çalışır ağzı çalışmaz dediler sustum. Çocuğum oldu, anaların eli beşik sallar ağzı ninni söyler,ha bi de 'olur Bey' der dediler sustum.Torun torba sahibi oldum, 'koskoca kadınsın accık sus demi' dediler sustum.Eh yavrum kuzum, benim konuşma sıram hiç gelmedi ki, hem bu zamana kadar susmuşum şimdiden sonra konuşsam ne ola ki?" der.
Bense konuşma hakkımın çok çok olduğu bu zaman ve mekanda susmak istiyorum, ama susma hakkım bile yok. İnsanlar seninle bir şeyler paylaşmak istiyorlar, seni dinlemek istiyorlar, senden fikir dileniyorlar...ve bunun gibi bir sürü "lar". İçimden Sayın Gaga kızımızın şarkısını söylene söylene bütün bu insanlara cevaplarımı sunuyorum,oyunumu oynamaya devam ediyorum,gülümsüyorum, oysa içimi tırmalıyor her bir müsamaha. Artık açık kart oynamak istiyorum ama çok mu geç??
Protestomu susarak yapmak istiyorum. Herşeye ve herkese "susarak" karşı koymak istiyorum. Şu sessiz Salzburg'da sesimi kendime saklamak istiyorum çok mu?

10 Mart 2011 Perşembe

Hamiş




"I'm your princess for a night, maybe forever
We were dancers in the rain and it still remains
If my words are not that clear
I know my heart is understanding", ve HB 108 nolu ofisin kapısı açılır içeri üç tane kadın girer. Şaşkın bakışlar, sorgular sualler de beyinlerinin kıvrımlarında hop oturup hop kalkarken şöyle birbirlerine bakarlar. Dışarda yağmur çiseliyordur, ve bu üç çok farklı kadın gün be gün artacak uhuvvetlerinden bi haber masalarını seçerler. Dışarda yağmur çiselerken içerdeki zaman hızla akıp gitmektedir ve ben sanki bir pantomim gösterisini seyrediyormuş gibiyim. Sessiz sedasız herkes sahneden çekilmiştir, elimde bir Boğaz manzarası kalmıştır ha bir de çok sevdiğim şarkı listem. O üç kadın mı?Sayılarını katlamışlar,kendi içlerinde çoğaldıkları gibi etraflarındaki kadınları da çoğaltmışlardır. Hepsi bir Kadın olmaktan daha ötesi olmuşlardır. Her biri Tuba ağacının bir meyvesi olup, her mevsim çoğalmaya yemin içmişlerdir ve dağılmışlardır yer yüzünün farklı farklı yerlerine. Kalanlar da yok değildir, vardır var olmasına ama onların da görevleri taze Can'lara hikayemizi anlatmakmış.....Sonra filmin son karesi gelir ekrana, İstanbul'a gece uğramıştır,biraz uzun kalacaktır bu kış gününde peki ama şehir uyumuş mudur?Asla, Doğu rüzgarı sarar benliğini, teninde hissedersin o yıllardır ötekileştirilen dokunuşu. Çekingendir İstanbul'um hemen ele vermez kendini, utangaç bir aşık gibidir, hep onu sevesin gelir. Veda vakti gelip çattığında, " ne olur bir kez daha rüzgarınla sar benlğimi" diye sızlanırsın ama nafile, küskündür şehir... 
İşte bir gün Atalarımızdan biri gelip kulağıma "Tebdil-i mekanda hayır vardır" diye fısıldadı, ben de uydum Ataya döndürdüm dümeni Salzburg'a. Hayatım sanki iki ayrılıyor, Pre-Salzburg ve Salzburg (yakın zamanda Post-Salzburg olmasını en içten dileklerimle niyaz eder, burda beni çok sevenlerin ellerinden öperim). İstanbul'un o eşi benzeri zor görülesi trafiği, bin bir çeşit/bin bir renk sosyolojik yapısı ve tabii benim kendi çok yoğun hayatım sonrasında Salzburg bir durulma dönemi "gibi geldi". Evet sakin, aşırı monoton, hatta sinir bozucu olacak kadar durağan! Fakat burada Murakabe ve Muhasebe yeteneğimi keşfetmem gerekiyormuş, ve daha karmaşık bir kimliğe sahip olduğumu öğrenmek. Meğer benim hep var olduğuna inandığım bir gurbetçi kimliğim bir varmış ama bir yokmuş. Ben olsa olsa Türk diasporasının sınırlarında yolunu kaybetmiş bir yolcuymuşum. Geldiğimde 2 haftamı burdaki Türklerle iç içe geçirdim, onları yakında gözleme şansım oldu. Onlara her bakışımda "işçisin sen işçi kal" orta kulağımda çınlamaya başlıyor. Gerçi vatan topraklarındaki işçilere karşı saygım on bin kat arttı. Kazandığı maaşı ne kadar az olursa olsun, "çocuğum okusun" diye kendini hırpalayan o analar babalar, o elleri çalışmaktan nasır tutmuş, genç yaşına rağmen yüzünde derinleşen ama hep derinleşen o çizgilerin sahiplerine varsın helal olsun yedikleri içtikleri. Burada herşey para, kendimi kapitalist sanırdım,haltetmişim. Memleketlerine ev yaptırmak adına feda edilen gençlerin boş boş bakan gözleri içimi acıtıyor. Ve öğrencilerim geliyor aklıma, üzerine kıyafet alacak parası olmayan, kantinden yayılan kokuyla doymasını bilen ama ilme doymayan o sıcacık yürekler geliyor aklıma. Gülümsüyorum kendi kendime, o HB 108 nolu ofise gelip beni sevgileriyle şaşırtan öğrencilerim, onlara sarılmalarım, hayatımızı paylaşmalarım(ız), kim bu kadar şanslı olmuştur. O HB 108'de çalınan kanunun sesine karışan gülüşmeleri,sırları ve diğer bütün kadınların seslerini şimdi yazımın içine ilmik ilmik döşüyorum. Erkek sesleri mi? Hmm, çok mu cinsiyetçi duruyorum ordan??!! Cevabı kelime aralarında gizli zaten,bulan bulsun bana ne! Kız'dık mı yine de!

Neden "Hamiş"?Şehr-i İstanbul üzerine ne yazarsan yaz hamişten ötesi değüldür yazının vasfı. Ancak gönlünde ona bir taht kurmalı, Leyla Leyla diye inlemeli, maşukunun çehresini görmüş aşık gibi aşka gelip kelimelere vurmalı kendini,sarhoş olmalı, elif olmalı,vav olmalı....İstanbul derken titremeli....vesselam      

8 Mart 2011 Salı

"Klistenes,Solon ve Efialtes" dendiğinde


   Hala tanımlamada zorluk çektiğim bir kelimedir "demokrasi". "Demokrasi!". Altın harflerle tarihe yazılmasına vesile olmuş şahsiyetler: Solon, Efialtes ve Klistenes, ve onların hayatımın bir kaç karesine bulaşmaları. Bu bir kaç kareye geçmeden evvel, ne yavan bir kelimedir bu "demokrasi". Her duyduğumda memleketimde olmadığını hatırlamak zorundaymışım gibi hissediyorum. Üniversitede birbirini baltayla saldıran sözde öğrenciler geliyor, bir de ellerinde hala memleketinden gelirken yaktığı kınasının izlerini taşıyan solcu kız geliyor aklıma. Tiz sesiyle "çıkın sınıftan" diye bağırmıştı bu üniversiteyi yeni yeni solumaya başlayan çömezlere. Kimse tınmamıştı, ne de olsa elleri kınalıydı. "Çıkın dedim size" diye tekrarladığında hepimizin şaşkın şaşkın sınıfı terk edişini anımsıyorum. Kendi kendime "demokrasi bu olsa gerek" demiş olmalıyım, malum henüz "izm" ler kafamda oturmamış hepsi başı boş geziniyor olmalıydı üniversitenin o ilk yılında. Ve evet, herkes istediği zaman Hergele'ye inip bir kaç öğrenciyi özgürlük/hak/hukuk uğruna yere indiriyorsa bu "demokrasi" olmalıydı. Şimdi Çok Bilmişler Kervanı'nın reisi yazdıklarımı okusa, "efenim siz demokrasinin tam olarak ne olduğunu kavrayamamışınız" diye veryansın eder. Bana ne,sana ne!!!...Bu aralar Cemil Meriç'le ilgili bir kitap okuyorum,ve sanırım onu okudukça "ulan edeyim Batı'nın felsefesine ıslak tuvalet kağıdına" diyorum. Neyse, üstad der ki," Tehlikeli olan, kutsalla alakası olmayana kutsallık atfeden düşüncedir", el-cevap: Demokrasi!!!???...Velhasıl, paragrafın yukarısından bana "sshhttt hadi kızım artık bizim isimleri şu yazına neden eklediğine gel, uzatma çenesiz" diye homurdananlar var, ben feylesof (way anam feylesof??!)havalarına bir ara vereyim şimdilik. 
    Şimdi Solon, Klistenes ve Efialtes bizim lisede kurduğumuz "Büyük Umutlar" derneğindeki takma adlarımızdı. Sloganımız,lise klişesi, "Carpe Diem". Peki,aktiviteler: özgürlüğü doyasıya yaşamak, ama bu sırada hayatımızın felsefesi üzerine beyin fırtınası icra etmek. Aslında daha çok amacımız duvarlarını aşmamızın cesaret istediği bu Eğitim ve Öğretim Hapishanesi'nden hayallerimizle kaçmak, ve bu hapishaneyi bir eğlence dahası sınırsız düşünce özgürlüğü merkezine çevirmekti. Nasıl mı? Her öğrencinin hayallerini süsleyen mutfak bölmesini bir kere merkez bilmek. Ordan menemen malzemelerini hazırlayıp ispirto, çakmak ve tepsi kaçırmak. Sınıf katına çıkıp manzarası en güzel (?!) sınıfı seçip tepsiye döktüğümüz ispirtonun alev almasından sonra keyifle menemenimizin pişmesini seyretmek. "Düşünsene" diye başlayan cümleler kurmak, Kapitalist düzenin temsilcilerinin ana belleği olan sınıfımzdakilerin komplekslerine takılmadan yaşamanın yollarını bulmak. Peki ya kendimiz? Biz de o düzenin parçaları değilmiydik? Sık sık kırdığımız sınıf kapısı için "mosquito yapar" dediğimiz mustafa amca bizim gözümüzde hangi kategorideydi ki? İşte Solon ve Klistenes'ler bunları sorguluyordu. Sonra kayış koptu... Belletmen tayfasına komplo düzenlemek ama genelde hayallerimizde bunları uygulamak. En acımasızı bello'ya (belletmenin kısaltılmış versiyonu) su savaşı yapacağımızı onu da davet ettiğimizi söyleyip, su niyetine bir kova çamaşır suyunu ona ayırmak. Kantinde "Devlet" adında bir kadın dururdu,sanırım onun bedduasını baya bir almışızdır, ama özgürlüktü istediğimiz,hatta "Demokrasi" idi! Sonra tenhada kıstırdığımız kızoğlankızlar,Tuba diye bir kızcağız vardı sanırım biraz saf idi. Onu müdürüyete kadar kovalayıp sonra "Bu gece öleceksin kızım" diye kahkahalar atmak. Hiç unutamıyorum o çılgınlığı, kız biraz saf idi dedim ya, hala gülüyordu sonra biz azıtıp kızı yere yatırıp boğmaya çalışıyormuş gibi yapıp "kızım anlamıyorsun galiba bu gece öleceksin" demiştik. Yüzündeki o Şabanımsı ifade birden solmuştu, ve biz amacımıza ulaşıp kızı salıvermiştik. Okuldaki ankesörlü telefon bile bize beddua etmiştir, bir keresinde dini bir radyodan arıyormuş gibi yapıp insanları aramıştık. Bir tane amcaya bir yıl içerisindeki üç mübarek ayı sormuştum, "Ramazan, Şaban diğerini hatırlamıyorum" demişti, ve ben de ona "sözde" elektrikli soba hediye edip adresini almıştım. Hepsi özgürlük içindi, hatta "Demokrasi" idi! Şimdi düşünüyorum da, yoo düşünemiyorum! Labaratuvardan civa kaçırıp arkadaşımızın yatağına dökmek, aynı arkadaşı sabah namazı diye gece yarısı kaldırıp namazını kıldırıp sonra kahkahayı basmak.Yurt müdiresi, bayan Parfumeri de Chanson, en son "boşuna çırpınıyorsun" demişti, "Büyük Umutlar" yolunu şaşırmıştı tıpkı "izm" ler gibi. Sonra dernek dağıldı, Klistenes hayatını düzene sokmaya karar verdi. Solon ve Efialtes farklı alemler daldılar. Klistenes "izm"lerle tanıştı lise ikideyken. Kafası karışıktı, özgür düşünce "ona buna zekilik taslamaktan geçmiyor" diyerek etrafını gözlemlemeye başladı. Eve gittiğinde karşılaştığı iki gazete, biri Zaman diğeri Cumhuriyet. Eve gittiğinde karşılaştığı iki farklı düşünce, ikisinin de hem iyi hem kötü yanları vardı. Klistenes bir Sağ kanat taktı bir de Sol, ve uçuyordu bu liseli genç kadın, taa ki üniversitede Sol kanadından vazgeçene kadar. Artık yere basıyordu basmasına ama tatmin olmuyordu, ve kanatlarından tamamen vazgeçti...Sonra tekrar Solon girdi hayatına, Çiçek Pasajı, Balat turu....Hikayenin sonunda Solon hakların savunucusu sıfatını taşıyan bir avukattı artık, Klistenes'se yersiz yurtsuz bir akademisyen(imsi). Geçmişte umarsız tavırlarına çok kızmıştım ama şimdi gülümsetiyorsun ya Solon!!!

Şimdi Çok Bilmişler Kervanı'nın reisi yazdıklarımı eleştirel bir gözle süzerek, "tamamda demokrasi dedin, üniversitedeki dava erlerinden bir kuple dizdin sonra lisedeki çılgınlıklarından bahsettin, ne iş?". Şöyleki, yaptığımız o naifliklerden ne kadar farklı(ydı) ülkemdeki, okulumdaki o dava erlerinin tavırları? Her "Özgürlük, Demokrasi, Eşitlik!!" diye bağırdığımızda bir kez daha kendimizi bağnazlığa, fundamentalizme,barbarlığa ve hatta sınıf ayrımlarına mağruz bıraktığımızı düşünüyorum. Hem Ey Reis, "Bana ne, sana ne!"...

Okurken kafası karışan beni değil Salzburg'u suçlasın, beni benden eden ne idüğü belirsiz AB üyemsi garip memleketimsi,pek bir demokratimsi!!           

5 Mart 2011 Cumartesi

Mea Culpa

"Come so far, there's no going back.
All this time, we've been running from it.
And where we are , and where we're going to.
We'll organise a sort of revolution."
Şarkının sözleri beni şu burjuva koltuğumdan kaldırmasa da biraz olsun kıpırdanmama neden oldu diyebilir miyim? Gerçi şu yukarıda asılı duran başlığımda da belirttiğim gibi "Mea Culpa!".İstanbul serüvenimden sonra kalkıp şu yıllar önce terkettiğim "Occident" diyarına dönüş yaptım ya "Mea Culpa!". Meğer İstanbul benim için ne çok şeymiş, aşk'mış, umut'muş,bir sevgi cumhuriyetiymiş. "Miş" meğerse ama bunu anlamak için bir tebdil-i mekan gerekmiş. Falımda Salzburg çıktı ben de niyet ettim niyetlendim geldim bu sarışınların üzerime üzerime gelip bana "sen ötekisin" diye bakan donuk gözlerinin diyarına. Bu elf diyarı dışardan pek bir masalsı dursada içinde barındırdığı o garip monotonluk sanki sinsi bir hareketin toplumda virüs gibi yayılmasından ileri geliyor diye düşünür bu nacizane ben. George Orwell'ın "1984" romanını anımsıyorum ve birden Salzburg'un her yerinde haşlanmış lahana kokmaya başlıyor. Karşıdan Winston gelecek ve bana "2+2...sshhh...gerisini sen biliyorsun" diyecek, fakat ben bilmiyorum, hiç birşey bilmiyormuşum. Gerçi Winston nerdeyse haklı,şöyleki, gerisini bilmiyorum ama farkındalık aşamasının ilk adımı olan "kendi içine dönme,mantığının yüreğini yoklama" faslının en can alıcı kısmındayım, yani içimde bir şeyler kıpırdıyor!! Tekrar demek isterdim ama iki öğrenciyle çalışma hayatıma geri döndüm iddiası biraz mübalağa olacak mı acaba? Gerçi "kıpırdanma" demiştik değil mi!İşte bu kıpırdanmayla birlikte, ve tabi şimdi çok uzaklarda taa Amerikalarda olan kaderdaşım,bir zamanlar iş arkadaşım olan dostumun da tavsiyesi ile "bindik bir alamete gideoz gıyamete". İnsanın kabz halinde bulunduğu vakit elini kolunu tutan ailesinin ve dostlarının olması öylesine şükredilecek bir durum değilmiş, hele ki şu garp'ın öteki yüzünü çekmek zorunda olduğun vakit.

Ki sonuç yine de, üstad Yunus Emre'den,"Ya Rabbi ben beni bıraktığımda sen beni bırakma!" vesselam.