6 Kasım 2022 Pazar

Yıllar Sonra

    Yıllar sonra blog hesabıma girip göz ucuyla ilk gönderime/yazıma baktım. Hayli zaman geçince insan şöyle bir evrimleşen ve değişen kendini süzüyor. 20'li yaşlarımda biraz idealizm biraz kötümserlik biraz da sarkazm kimliğimi oluşturan olgular ve duygular imiş. Şimdi 30'lu yaşlarımdayım, canhıraş 40lara doğru koşuyorum...koşmuyorum esasen, çok ağır adımlarla ilerliyorum zira az buçuk yaşlanma korkusu sarmış durumda beni. Lakin bu korku öyle fobi tadında değil--yersen--daha çok estetik ve kiloya dair kaygılar---sadece o kadar mı?--. Boyutunu şöyle açabilirim, "Çok sağlıklı beslenmeliyim", "Sirkadiyen ritmimi bozmamalıyım", "Tanrım kolajenim nerede!? Kolajen kolajeeennn!", "Biyolojik saatim tiktaktiktak, yooo krallar gibi kanıyorsun Elif, yumurtluyorum, hmm kaç yumurtam kaldı?" (İnsanların halihazırdaki korkunç ekonomik düzlemde sahip olduğu kaygıları düşününce, benimkiler çok nahif kalıyor tabii). Akşam programlarımı gece yarılarına bırakmıyorum, aslında bu sağlıklı olma kaygılarımdan ziyade kendimle vakit geçirme kaygısı. 

    "Kendimle vakit geçirme kaygısı", aslında bu kaygı bende yazma becerimi elde ettiğim     çocukluktan beridir var. Günlük yazmak bu 'kendimle kalma' fikrinin en somut örneğiydi çocukken. 11 yaşımda İzmir'de kolej yurdunda bu kaygım devam etti. "Kaygı" kelimesini neden kullandım acaba?  Türkiyeli ailelerden gelen çocukların geneli "bir başınalığı" pek bilmezler, "bir başınalık" Türkiyeli ebeveynler için az biraz kabustur, "bir başınalık" sürünün dışına çıkabileceğin fikrini sunabilir. Sunuyor da zaten. İnsan kendiyle kalınca "insan" olan tarafıyla yüzleşiyor ve bu yüzleşme hiç sorulmayan soruları akla getirebiliyor. Kalabalıkların sorgusuz sualsiz kabul ettiği dayatmalara karşı şüpheler işte bu "kendimizle vakit geçirme" sekanslarında birden beliriveriyor. "Şüphe", işte kalabalıkların sevmediği bir diğer kavram. Ben çocukken, yazmaya başladığımda, ve dolayısıyla kendi başıma kaldığımda, bu şüphe duygusunu hissetmiştim. Önce kulaklarımda başladı, işittiğim uyarılar, söylemler gün be gün değişkenlik gösterebiliyordu. İşittiklerim yazı aracılığı karşımda dikilince, somutlaşıyorlardı ve nedense bunlardan bazılarının doğruluklarından emin olmadığımı fark ediyordum. Sevgiden bahseden ebeveynlerimizin yaptıklarından bahsettiğimiz yazılarla baş başa kalınca "şüphe" duygusu kulaklarımı sızlatıyordu. Çocuk aklımla çok anlamlandıramamıştım ama içimi bir şeyin kemirmeye başladığını hissetmiştim. Şüphe kemirgeni sonrasında gözlerimi hedef aldı. Yazdıkça kemirmesini çoğaltıyordu. Gözlerimin görme yetisi evrim üzerine evrim geçiriyordu..."görmek" bilirisiniz esasen ikiye ayrılır --belki de 2'ye bile ayrılmaz ama olsun-- bir görmek var insanlara bakarken derilerinde asılı bıraktığımız, bir de "görmek" var ki onda derinin altına sinsice sokulursunuz ve orada gezgin duygularla karşılaşırsınız. Ben bu ikinci görmeyi yazdıkça deneyimlemeye başladım. Hoşlandım mı bundan? Pek sanmıyorum. Yüzeylerde yüzeysel temasları tercih ederdim sanırım. Çocukluğuma ve ergenliğime ve de genç kızlığıma dair çok anıyı hatırlıyorum. Yaşadığım onca şehirde onca yurtta birlikte vakit geçirdiğim neredeyse herkesle her anıyı hatırlayabiliyorum. Gördüklerimi hep yazıya aktarıyordum, sanırım bu ikisi arasında mekik dokumak unutma nimetini az biraz elimden aldı. Ama unutma eylemini şimdilerde bilinçli olarak yapmaya başladım, "Şunu hatırlıyor musun?" diye soruların sorulara "Hayır" diyorum bilerek, oysa hatırlıyorum, bazen de sorulan "hatırlıyor musun" sorusu hafızama erişmeden çat hafızamı alıp çok uzaklara atıyorum. Nasılsa geri gelir ibne!

    Neyseki günlüklerimin ya da yazı/şiir karaladığım defterlerimin bazıları bir şekilde çöpe atılmış  ya da sayfaları yırtılmış---annem ve bilmediğim başkaları sağolsun...yo gerçekten sağolun--yoksa hipermneziak olmamak için adaklar adayacaktım.  İzmir'de çok severek ve kendi harçlığımla aldığım koşan atların resmedildiği kabı olan bir günlüğüm vardı, mesela onu yurttaki hademe teyzelerden biri ya attı ya da çaldı çocuğuna hediye etmek için. Kim bilir  dünyanın dört bir yanından gelip İzmir'de, Antep'te, İstanbul'da, Salzburg'da ve de Gent'te birlikte yurt ya da ev paylaştığım insanlar benden neleri çaldı. Her şehirde bir eşya bıraktım, her ayrıldığım iş yerinden de genelde bir eşya çaldım -- bilerek değil ama geri vermedim bende kalan eşyaları...hmm o zaman ömürlük ödünç aldım da diyebilirim--.  Elimde bir tatlı kaşığı, üç kahve bardağı felan kalmış, neyse çokta büyütülecek çalıntı mallar değiller bence. 

    Şimdi 10 yılı geçkindir yazmadığım blogumun ilk yazısını artık yayınlayayım, Kasım 1, 2022, ---way anasına tarihe bak-- ve geçici vegan beslenmemi sülük tedavimle şenlendirmeye gideyim.