6 Kasım 2022 Pazar

Yıllar Sonra

    Yıllar sonra blog hesabıma girip göz ucuyla ilk gönderime/yazıma baktım. Hayli zaman geçince insan şöyle bir evrimleşen ve değişen kendini süzüyor. 20'li yaşlarımda biraz idealizm biraz kötümserlik biraz da sarkazm kimliğimi oluşturan olgular ve duygular imiş. Şimdi 30'lu yaşlarımdayım, canhıraş 40lara doğru koşuyorum...koşmuyorum esasen, çok ağır adımlarla ilerliyorum zira az buçuk yaşlanma korkusu sarmış durumda beni. Lakin bu korku öyle fobi tadında değil--yersen--daha çok estetik ve kiloya dair kaygılar---sadece o kadar mı?--. Boyutunu şöyle açabilirim, "Çok sağlıklı beslenmeliyim", "Sirkadiyen ritmimi bozmamalıyım", "Tanrım kolajenim nerede!? Kolajen kolajeeennn!", "Biyolojik saatim tiktaktiktak, yooo krallar gibi kanıyorsun Elif, yumurtluyorum, hmm kaç yumurtam kaldı?" (İnsanların halihazırdaki korkunç ekonomik düzlemde sahip olduğu kaygıları düşününce, benimkiler çok nahif kalıyor tabii). Akşam programlarımı gece yarılarına bırakmıyorum, aslında bu sağlıklı olma kaygılarımdan ziyade kendimle vakit geçirme kaygısı. 

    "Kendimle vakit geçirme kaygısı", aslında bu kaygı bende yazma becerimi elde ettiğim     çocukluktan beridir var. Günlük yazmak bu 'kendimle kalma' fikrinin en somut örneğiydi çocukken. 11 yaşımda İzmir'de kolej yurdunda bu kaygım devam etti. "Kaygı" kelimesini neden kullandım acaba?  Türkiyeli ailelerden gelen çocukların geneli "bir başınalığı" pek bilmezler, "bir başınalık" Türkiyeli ebeveynler için az biraz kabustur, "bir başınalık" sürünün dışına çıkabileceğin fikrini sunabilir. Sunuyor da zaten. İnsan kendiyle kalınca "insan" olan tarafıyla yüzleşiyor ve bu yüzleşme hiç sorulmayan soruları akla getirebiliyor. Kalabalıkların sorgusuz sualsiz kabul ettiği dayatmalara karşı şüpheler işte bu "kendimizle vakit geçirme" sekanslarında birden beliriveriyor. "Şüphe", işte kalabalıkların sevmediği bir diğer kavram. Ben çocukken, yazmaya başladığımda, ve dolayısıyla kendi başıma kaldığımda, bu şüphe duygusunu hissetmiştim. Önce kulaklarımda başladı, işittiğim uyarılar, söylemler gün be gün değişkenlik gösterebiliyordu. İşittiklerim yazı aracılığı karşımda dikilince, somutlaşıyorlardı ve nedense bunlardan bazılarının doğruluklarından emin olmadığımı fark ediyordum. Sevgiden bahseden ebeveynlerimizin yaptıklarından bahsettiğimiz yazılarla baş başa kalınca "şüphe" duygusu kulaklarımı sızlatıyordu. Çocuk aklımla çok anlamlandıramamıştım ama içimi bir şeyin kemirmeye başladığını hissetmiştim. Şüphe kemirgeni sonrasında gözlerimi hedef aldı. Yazdıkça kemirmesini çoğaltıyordu. Gözlerimin görme yetisi evrim üzerine evrim geçiriyordu..."görmek" bilirisiniz esasen ikiye ayrılır --belki de 2'ye bile ayrılmaz ama olsun-- bir görmek var insanlara bakarken derilerinde asılı bıraktığımız, bir de "görmek" var ki onda derinin altına sinsice sokulursunuz ve orada gezgin duygularla karşılaşırsınız. Ben bu ikinci görmeyi yazdıkça deneyimlemeye başladım. Hoşlandım mı bundan? Pek sanmıyorum. Yüzeylerde yüzeysel temasları tercih ederdim sanırım. Çocukluğuma ve ergenliğime ve de genç kızlığıma dair çok anıyı hatırlıyorum. Yaşadığım onca şehirde onca yurtta birlikte vakit geçirdiğim neredeyse herkesle her anıyı hatırlayabiliyorum. Gördüklerimi hep yazıya aktarıyordum, sanırım bu ikisi arasında mekik dokumak unutma nimetini az biraz elimden aldı. Ama unutma eylemini şimdilerde bilinçli olarak yapmaya başladım, "Şunu hatırlıyor musun?" diye soruların sorulara "Hayır" diyorum bilerek, oysa hatırlıyorum, bazen de sorulan "hatırlıyor musun" sorusu hafızama erişmeden çat hafızamı alıp çok uzaklara atıyorum. Nasılsa geri gelir ibne!

    Neyseki günlüklerimin ya da yazı/şiir karaladığım defterlerimin bazıları bir şekilde çöpe atılmış  ya da sayfaları yırtılmış---annem ve bilmediğim başkaları sağolsun...yo gerçekten sağolun--yoksa hipermneziak olmamak için adaklar adayacaktım.  İzmir'de çok severek ve kendi harçlığımla aldığım koşan atların resmedildiği kabı olan bir günlüğüm vardı, mesela onu yurttaki hademe teyzelerden biri ya attı ya da çaldı çocuğuna hediye etmek için. Kim bilir  dünyanın dört bir yanından gelip İzmir'de, Antep'te, İstanbul'da, Salzburg'da ve de Gent'te birlikte yurt ya da ev paylaştığım insanlar benden neleri çaldı. Her şehirde bir eşya bıraktım, her ayrıldığım iş yerinden de genelde bir eşya çaldım -- bilerek değil ama geri vermedim bende kalan eşyaları...hmm o zaman ömürlük ödünç aldım da diyebilirim--.  Elimde bir tatlı kaşığı, üç kahve bardağı felan kalmış, neyse çokta büyütülecek çalıntı mallar değiller bence. 

    Şimdi 10 yılı geçkindir yazmadığım blogumun ilk yazısını artık yayınlayayım, Kasım 1, 2022, ---way anasına tarihe bak-- ve geçici vegan beslenmemi sülük tedavimle şenlendirmeye gideyim. 

 

  

 


    

15 Eylül 2011 Perşembe

Yazmak yürek işi imiş meğer

Bir gün bir arkadaşımla "dua" etmekten, duaların kabul olmayışından,duamızın tersiyle karşılaştığımızdaki isyana ve gaflete düşmekten bahsediyorduk. Hiç yaşadınız mı bilmiyorum ama uzun süre konuşmadığınız ama dua bağını koparmadığınız birinden bu uzun süre sonra ellerinizden kayıp gitmiş olduğunuzun farkına vardığınızdaki tepkiniz ne olmuştur? Sizin duaya olan teslimiyetiniz ne hale gelmiştir? Ve bağları kopardığınız o an. Uzun bir süre isyan etmediğinizi varsaymak. Ama sonra bir gün ya da gece farketmek, uçurumun kenarında gölgenizin silüetini izlemekte olduğunuzu, ve uçurum kenarında o ince çizginin size bir hiç geldiğini. İçinizdeki çocuk hala biraz yaşıyorsa o an bile yükseklik korkunuz olduğu için başınızın dönmesiyle dalga geçersiniz. O uçurum kenarında gülersiniz. O ölüm ve hayat arasında "Dua" nasıl bir araç olur? Bu sorumu erkek kardeşimle paylaştım bana, "Uçurum kenarına gelmeden kanatlanamazsın" dedi?!! Bu alıntıyı bir çok yönden ele alabiliriz ama asıl değinmek istediğim konu bu değil tabi. O "dua" konusunu konuştuğum arkadaşım bana uzun zamandır farketmediğim bir bakış açısı sundu, saolsun. Dua etmek bile Allah'tan geliyormuş, yani dua etmek de lütuf işi. Her yürek aşka gelmez, dua'ya gelmezmiş. Tıpkı uzun zamandır yazamadığımı farketmem gibi, elim varmıyor kaleme kağıda,bu tuşlara basıyorsam bir başlangıç mı? Yok değil,tiksinerek yazıyorum sanki, garip. Yürek bu aralar ne yazmaktan ne de dua'dan yana.Yunus Emre'nin çok sevdiğim bir duası vardı, "Allah'ım ben beni bıraktığımda, sen beni bırakma!". Benim dua'm bu durumda, "Rabb'im ben beni bıraktım, sen beni bırakma!" O Rahman ve Rahim olan, onu bırakanı bırakmaz, algılamakta zorluk çektiğim o hikmet kapılarını gaflete düşmüş kuluna açar mı bilemem. Bilmem ki, "Her gecenin bir neharı varmış". Öyle mi gerçekten?!!

Alireza Ghorbani'yi çok sevdiğim biri tanıttı bana, Farsça dinlemeyi sevenler varsa, ve benim gibi Doğu'da aşk başkadır diyenler için, ha bir de sevmesini bilenlere! 
 Parçaya ait sözlerin türkçesini de ekledim, iyi dinlemeler:)

Ey vefasız benim kalbimin sırrını anla
Suskunluğumdan, sustuğumdan dolayı duymazdan gelme
Ey tanıdık, gönül gözünle gör
Halıma bak
Yüreğimin sazına acısına bak, görmezden gelme
Bu gece başucumdayken, kederlerimi gideriyorken
Gölgeni başımdan eksik etme sabaha kadar
Ey gözyaşlarım, akma ve hicap, perde olma ıslak gözlerim için
Onu göreceğim zaman gözümün yolunu kesme
Şefkatten başka bir suçu yok deli gönlümün
Allah bilir sığınaksızlıktan başka sığınağı olmayan fırtına kuşu gibi olmuş gönlüm
Allah biliyor
Ben her çölde acıyla gözyaşını döken yaban bir bulutum
Umutsuz gönlümün bu coşmuş gözyaşlarımdan başka bir şahidi yok, Allah bilir
Ey vefasız benim kalbimin sırrını anla
Suskunluğumdan, sustuğumdan dolayı duymazdan gelme
Ey tanıdık, gönül gözünle gör
Halıma bak
Yüreğimin sazına acısına bak, görmezden gelme....


19 Ağustos 2011 Cuma

Kelebeğe Bir Öpücük...

      "Ah küçüğüm parmağımı ısırdı, abla ne yazık ne yazık, gözlerinden yaşlar akar pembe yanaklarına, bulutlarda öyledir dökerler pembe kırmızı güller üstüne, parmağına bir öpücük bir öpücük kelebeğim. Bir öpücük kelebeğim..." 10 yaşındaki minik bir kız çocuğunun daha da minik olan erkek kardeşi için yazdığı bu dizeleri görünce ne kadar sevimli, ve ne kadar masum geldi o zamanki "Ben" bana. Kocaman bir kağıda "Kelebeğe Bir Öpücük" başlığı altında sıralanmış bir çoğunun üzeri karalanmış,sonra düzeltilmiş gurbetçi çocuğu dilbilgisi ile aldı başını gidiyor hatalarıyla yazılmış dizeler. Yakında evlenecek olan kızkardeşim sayesinde tekrardan gün yüzüne çıkan fotoğraflar,yazılar ve benim yine onun sayesinde yaklaşık bir senedir önemini,anlamını ne bilim her bir yanını sorguladığım bir kelime: Sevgi!
    Asya'nın "Al Yazmalım"daki içmonoloğu geldi aklıma, klasik ama evet tam bir klasik, hatırlayalım, "Sevgi neydi? Sevgi insan eliydi, sevgi iyilikti, sevgi emekti". Kızkardeşim yani "Küçüğüm", bana hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdi...sshh kendi farkında değil,aramızda kalacak sevgili uzaklarımdakiler. Aslında o daha çok alacağım dersin startını verdi. Genelde ben göçebe kimliğimi o kadar özümsemiş bir yaratığım ki, insanlarla ilişkilerime de bu aksetmiştir. Geçen seneye kadar pek kimse buna meydan okumadı ya da daha çok ben insanların meydan okumalarını pek önemsemedim, sanırım ikincisi daha dürüstçe öne sürülmüş bir sebeb. İşte ikincisi Salzburg'daki bir kaç kişinin bana rahatsızlık verecek şekilde üzerime üzerime gelmeleri ile benim, "Ya kusura bakmayın bu benim fıtratım" diye cevap vermelerim sonucu kafamın bulanmaya başlaması. Çok arkadaşım,dostum,sevenim,sevdiklerim var ama bir yerde bir sorun vardı, unutmuşum "sevgi" tam olarak neydi Zoraida? Kardeşim sevdiğini söylediği gün geliyor aklıma, "Güçlü bir kadın değilsin henüz. Sevgi, zayıflığından dolayı senin için bir kaçış" gibi laflar etmiştim. Hatta abartıp, "Ya neden bu kadar büyütüyorsun, kendini geliştirmek daha önemli değil mi? Sevgi iki hormon salgısı sonucu hissettiğin bir şeyler işte, mantığını kullan sevdiğin adamı al ve kenara koy, ve yoluna devam et. Bu kadar basit". 2,5 sene önce Beylikdüzü'ndeki Görgülü Pastanesi'nde söylenen kocaman laflar!Karşımdakinin ne kadar naif olduğunu düşünürken zavallı ben asıl naif olan kimmiş acaba? Kendimi bir kaç feminist sürtüğün (çok afedersiniz, ama öyleler:) akademik dünyasında dalış yapıyorum diye çok bir akademik, entellektüel, kalburüstü, avant garde felan sanıyor olmalıydım. Yaşasın özgürlük diye sütyen yakmalara kadar giden naif bir düşünce spazmı. Sevgi bana göre işte karşılıklı alış veriş gibiydi, "walla işine gelirse abla" gibi yani. Kapitalist toplumsal düzenin Sevgi'yi içindeki zihniyetiyle homojenize etmeye çalışması, "al gülüm ver gülüm mode"! Sevgi televizyon ekranlarından Somali'de açlıktan ölmekte olan çocuklar için ahh vahh ederken önümüzdeki 4-5 çeşit yemeğin bulunduğu sofraları silip süpürmek,ve "Vay beah, bugün bir oruç daha atlattık" demek kadar gülünç. Sevgi annemin bugün odaya girip ütü masasının üstüne şöyle bir vurup, "İşte alemin kızı bilmem nerenin villalarındaki ailenin oğluyla evlenecek! Siz ne buldunuz?!!". İşte sevgi denen şey, karşılıklı olmalıydı, seviyorsam zengin olmalısın, seviyorsam sen de beni sevmelisin hem de ölümüne, seviyorsam dediklerimi yapmalısın. Anne ve baba sevgisi şöyle bir hal almış, "Istediğimle evlen,istediğimi sev çünkü ben senin iyiliğini istiyorum, ve seni neyin mutlu edeceğini biliyorum". Yani nasıl bir sevgi uğruna bir şeyler,hayatlar,kişilikler,benlikler,yürekler feda ediliyor? Suriye'de kan döken Beşşar Esed'de sevgi kurbanı aslına bakarsanız, "Koltuğumu seviyorum" yok hatta "Halkımı öyle seviyorum ki, onların ne istediklerini ancak ben bilirim, o yüzden bana saygı duymalılar!".
    Valla ne Esed ne o anne-babalar Sevgi'yi temsil ediyor, kim ediyormuş biliyor musunuz? Hani şu 10 yaşındaki küçük kız çocuğu var ya "Kelebeğe Bir Öpücük" mısralarını 2 yaşındaki minicik erkek kardeşinin okuyamıyacağını bile bile yarım yamalak türkçesiyle bembeyaz kağıda Sevgi ile ilmik ilmik döşeyen, işte O. Bir de ablasının sözde mantıkçı,entellektüel, aman da ne bilge sözlerine karşı sevgisine sahip çıkan "Küçüğüm", Kız kardeşim... vesselam....
İzmir/Karabağlar'da Charlie'nin Melekleri (teyzemin eşi bize öyle seslenirdi:) 
Ben kızkardeşimi burda güldürmeye çalışıyormuşum, sizce öylemi?!


oohh, yaramazlık yaparken yakalandık!!!!

Bu kareye hastayım, bebek benim arkamdaki teyze kim????

11 Ağustos 2011 Perşembe

Antepliyik Eğaaammmmm...

   Şindi Rafık, hem remazan hemi de oruçluyuk emmaa hala Meamet aağğaa yoruummm yazasımm geliiiiiiyy. Kele bacım naader yazicim bilmim emmaa yeeenn ganım gaynadı bööön bloguma....Hasılı, efenim masanın diğer ucunda kızkardeşimin kınası için davet listesi hazırlayan annemden uçuşan isimler, "Hüsne, Emine...". Tabii benim klasik taze jenerasyon tepkilerim de uçuşanlar arasında, "Nerden bilcem anneeööö, kimi tanıyorum ben yaaahhhhh ??!!". Maalesef akrabalardan pek içli dışlı olduğum yok, ama isimler ilginç olduğu için hatırladıklarım var her daim. Onlarla karşılaşınca bana yöneltilen ilk soru, "Beni taniymising, heç gelmisingiz hardan bilicing tehhooo!". Ama işte o ilginç isimler dedim ya, onlar sağolsun aklımda kalanlar oluyor az çok. Mesela, Doktor Mehmet amca var, kendisi doktor değil ama bizim Nizip civarında nerde o zamanlar (70'lere refer ediyoruz tabii) sayısına bereket el altında doktor bulundurma ihtimali! Dahası ilaç firmaları şimdiki gibi gelişmiş ve yaygın değildi, böylece insanlar enjeksiyon olayına bağımlı hale gelmişler., ve Doktor Mehmet amca elinde iğnesiyle çocukları sağlığına kavuşturan toprak tenli, "Adiya, bağ hele acitmiyicik haaa,marağ etme sen" diyen bir kahraman.  Aslına bakarsanız bu belkide benim klasik o zamanki alamancı perspektifim. Ama Türkiye deyince aklıma hep iğne batıran işte bu amcalar geliyor, bir yaz tatilinde 30-40 iğne yemek mesela, ııgh unutulmaz anılar sevgili ülkem??!!! Burada dikkatinizi çekmek istediğim diğer bir konu, bizdeki bu insanları gerçek isimleriyle değilde daha profesyonel olduğuna kanaat getirdiğim "fonksiyonel sıfatlar" (sallamasyon bir kalıp,nasıl ama:).Mesela, "Gıliff" amca, ben yıllarca bu amcayı böyle tanıdım,gerçek ismini inanırmısınız öğreneli 1-2 yıl oldu, sanırım o aralar bu amcayı daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Gıliff bizim akrabalar arasında farklı bir kişilik, mesela güzel türkçe kullanmak için elinden geldiğince çabalar, sonra hanımlara karşı bizimkilerden normalde beklenmeyen bir nezaket timsalidir efenim kendileri. İşte bir gün babama adının sebebini sordum, meğerse aslında "Gıliff" değilde "Cliff"miş, babamlar gençken heyecanla izledikleri Dallas dizisinde bir karakterin ismi imiş. Şimdi Cliff ile bu amcanın (gerçek ismini öğrenmiş olduğum halde yine unuttum yahuu) ortak bir huyu varmış, yukardan atmak gibi, o yüzden bu ismi insanlara belletmişler, insanlar da baya baya bellemişler. Birşey var ama birşey, akrabalarla karşılaşınca hep içim acır, akraba, yani kandaş oluyoruz sanırım, fakat ne kadar uzağım onlardan,hayatlarından. İçim acıyor çünkü büyüdükçe sınıfsal ayrımlara kurban gitti ilişkilerimiz. bir on yıl öncesine kadar akraba kızlarıyla gecekondu mahallesindeki evlerinin damında muhabbet ederdik. Havadan,sudan ama muhabbet işte. Sonra yıllar geçtikçe, biz bizden geçtik, uzaklaştık. Birbirimizi görünce, "Şey merhaba, nasılsınız?"ın ötesinde bir iletişimimiz olmamaya başladı. Beynimiz, vizyonumuz kısırlaştıkça birbirimizle olan ilişkiler de kurban gitti maalesef....
Nar ekşili çoban salatası, kavrulan bir memlekette olduğumuz için üzerine buz ilave ediyoruz

Ooo, Meyan şerbeti, içmeyen varsa acilen denemeli!!

Bizim evin Ramazan için vazgeçilmezi, cevizli hurma
   Neyse, konu uzamasın, malumunuz Antep topraklarındayım, böyle kalbim Antep Antep atıyor, hatıralar depreşiyor gibi gibi. Lisede yatılı kalırken, sözde kolejli tipleriz ama züğürtlük diz boyu sanayiden çiğköfte isterdik, dürümde çiğköfte!!!Yanındaki ayranı kapalı alırdık tabii, ama nasıl kapalı?!Şöyle ki, efenim şu bildiğiniz Erikli su şişeleri var ya, işte onların için çiğköfteci amcanın kendi elleriyle yaptığı ayran, hem de ne ayran:)...Soru şu, "Bu kadar şişeyi nerden buluyordu? ve "O şişelerden önceden birileri içmiş olduğu kesin iken bizler nasıl oldu da hasta olmadık? Aramızda espiri yapıyorduk, "La var ya, bu adam bizim sayemizde altına Mercedes çeker haaa!!" Çünkü öyle bir iki kişi almıyorduk dürüm&ayranı, bir alışta 30 taneye varıyordu sayısı. Sonra eeehh malum antepliyik, fırına yemek göndermek adettendir, marketten domates,soğan,patates alıp fırına veriyorduk, sonra yanına da "açık ekmek" yahut "tırnaklı" (sizin için kısaca "lavaş" diyeyim de anlaşılır olsun:) öfff işte o zaman "Antepliyik Allahın adamıyık" diye 'gıran geçirirsin' bacım. Gerçi bakmayın öyle milliyetçilik yaptığıma, benim bir memleketim yok henüz, sadece bir yere ait olma çabalarımdan biridir bu yazmalarım vesselam...   

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Seyredipte Seyrangaha Gelirken...Ramazan-ı Şerif Mubarek olsun Can!

    Evet herkesin Ramazan-ı Şerif'i mübarek olsun, inşallah nice nice hayırlara vesile olsun! Bu sene Ramazan benim için çok yorucu geçiyor, tabii ki sıcaklık ayrı bir tartışma konusu, malumunuz Suriye'den gelen hem siyasi hem de iklimsel sıcak hava basıncı Gaziantep'imizi kavuruyor. Bu memleketi çoğu zaman seviyorum, hatta biraz ayrımcılık ve ırkçılık kokabilir ama benim geçenlerde kardeşime söylediğim gibi, "Elhamdülillah Müslümanık, Elhamdülillah Doğu'luyuk".  Coğrafya kitaplarında bizim memleket her ne kadar GüneyDoğu bölgesi olarak belirlenip Doğu'dan koparılmış olsa da bizler bunu asla özümsemedik. Nereye gidersek gidelim, "Antepliyim" dediğimde karşımdakinin cevabı, "Tehooo, de hemşeriyiz, biz de Malatya'lıyız" olduğunda yanımdaki, "Eh ama orası Doğu sizinki Güney Doğu" derse de biz biribirimizi anlarız. Salzburg gibi yemyeşil, tabir-i caizse "very much refined" sosyolojik yapısı olan bir memleketten sonra, çorak, güneşin aman vermeyen sıcaklığı, doğallığın had safhada olduğu ve her yerin toprak tenli insanlarla dolup taştığı Antep sanırım bana ait olduğunu hissettiğim bir yermiş "gibi" geldi. Gerçi ilginç bir durum söz konusu, şimdi efenim bizler aslen Barak'lıyız, bu Horasan'dan göçmüş ve iskan faaliyetleri ile cebren ve hile ile göçebe hayatından koparılıp yerleşik hayata zorlanmış bir topluluk idik. Artık kültürümüz sadece Ezo Gelin hikayelerinde, Kul Mustafa'larda, Dedemoğlu'nda, Barak Havalarında, Mırra'da, Dövmelerimizin çizgilerinde, Oda'larda tıkılıp kaldı. Neyse bu konuyu ilerki bir yazıma ertlemek istiyorum, çünkü bir kaç cümle ile anlatılmaz bir kültürdür Barak. Göçebelik bu Barak'lı kızın kanına o kadar işlemiş ki, Salzburg'dan geldiğimden beri yerimde duramıyorum, yok aslında kimse beni rahat bırakmıyor. Hatta valizimi hep hazır tutuyorum, bir haftada Ankara-Gaziantep-İstanbul arasında mekik dokudum. Dün sabah İstanbul'dan döndüm, ve bugün tekrardan bir başka yolculuk için uygun bilet arıyordum. Borderline Personality Disorder belirtileri göstermek üzereyim sanırsam:) İlginçtir planlarım da hep "gitmek" adına, aslında kaçtığım birşeyler var ama ne demiş o bizim Atalar, "Sırrını söyleme dostuna o da söyler dostuna". O yüzden içime fısıldıyorum sadece usul usul, kimse duymadı, duymasın, duymayacak!!! Ben böyle yolculuk yaparken yoruluyorum ama Kutlu Ramazan ayı, Elhamdülillah orucum eh bir de yolcunun duası kabul olur demiş ya Yaradan, bol bol dua ediyorum inşallah tüm sevdiklerime. Yalnız bir üzüntümü paylaşmak istiyorum, Ramazan Ayı'nın etrafımızı daha çok inceleme, sorgulama,nefisimizle muhasebe etme ayı olması hasebiyle dikkatimi çeken bir durumdan bahsetmek isterim başınızı ağrıtmadan. Acaba Ramazan adına kurulmuş olan o abartılı sofralarımızda çok afedersiniz tıkınırken kaçımız Somali'yi hatırlıyor? Dün ailecek bir davette idik, yemekten sonra çaylarımızı yudumlarken, birden TV'de Somali'deki insanların görüntüleri odadaki havaya bir durgunluk kattı. Herkesin yüzünde bir acıma ifadesi, "Ayy yazık"lar, kanal başka habere geçti ve ne o üzüntülü yüz ifadeleri ne de o durgun hava kalmadı. Ramazan'da açları anlamak için oruç tutan biz "sözde" (Allah affetsin)  müslümanlar, sevabı belirtilmeyecek kadar güzel olan orucu tutmuyoruz da sadece acaba merkepler gibi akşama kadar aç mı oturuyoruz?Inşallah öyle değildir, ama etrafımda sadece ama sadece oruç tutan, yani şu güzelim ayda en azından Namaz'a "Merhaba" demek, Kuran-ı Kerim'le hemdem olmak, aç yatıp kalkan birileri için sadece ah vah etmek değilde onlar için birşeyler yapmak. Birden imam'a bağladım kusura bakmayın, ama konu bende bu akşam iftarda şahit olduğum bir durumdan ötürü. Evde etli yemek pişer bizde daima, ben ve kardeşim eti de etli yemeği de nerdeyse hiç yemeyiz. Yemek tabağımızda hep köşelerde birikmiş et parçaları vardır, hasılı, yine aynı muhabbet 'tabakta birikmiş etler'. Ordan babam, "Somali de ne ekmeği ne suyu olan insanlar var" dedi, şimdi bu cümleyi şöyle algılayabiliriz, "şükret" ama bence problemli bir felsefe. Ben mideyi anasını satayım doldurayım, "Elhamdülillah Ya Rabbi, yiyemeyenler var, onları bak saygıyla anıyoruz" demek gibi geldi. Neyse dostlar, herşeyi eleştirmenin varlığımıza katkısı olduğu kadar zararı olduğunu bildiğim için burda sözü kesip "sükunet" diyorum....Sizlerle tatilimden manzaralar sunmak isterim tabii. Buyrun bakalım...     



Babalar tayfası bağda organik yaşamla ilgilenirken.

Ankara-Kızılay'dan bir kare

AŞTİ'de ilginç bir uyarı levhası

Sultanahmet'te sokak tiyatrosu

Yine Sultanahmet

26 Temmuz 2011 Salı

Sen Yağmura Teslim Olurken Sırtımı Döndüm Sana Ey Şehir!

Iskender Pala'dan "Şah & Sultan"ı okurken Selimi'den şu satırlar uzun süredir beynimin kıvrımları arasından bana bazen usulca fısıldıyor bazen de çığırtkan bir edayla uykularımın canını okuyor:

Ey Kader!Canımı sevgili uğruna feda edesiye kadar işimi rast getir.
Ey Kaza!Ya sen, daha ne zamana kadar işimi bozacaksın?!

Bu satırların etkisinden kurtulmak için kendimi Salzburg sokaklarına bıraktım, sorularımı, sorgulamalarımı ve karmaşıklığımı kimselerin uğramayacağı bir çöplüğe ya da öylesine bir sokak aralığına kimseler görmeden bırakıp kaçacaktım. Nasıl bir şehir bana böylesine meydan okur diye her sokak adlarının kenarlarına hayal kırıklıklarımı iliştirdim. Yüreğimdeki Istanbul vefalı bir sevgili gibi hep yaralarıma merhem olma çabasındayken, bu şehir aksine onları deşiyordu. Gerçi yaralarımı sorgulamadı İstanbul, o hep sadece iyileştirme çabasıyla beni sebeblerden uzaklaştırıyordu, ve ben hiç sormadım açılan yaraların sebebi hikmetini. Aitsizliğin, göçebeliğin, zayıflığın ve çaresizliğin ne demek olduğunu bana gerçekte Salzburg öğretti. Tarih nasıl ki toprağı metaforik olarak kadına (bedenine) benzeştirir şehirlerde elbette öyledir, hepsi birer kadın ve hepsi benim kadınlığıma bir parça ekleyecek dost mahiyetindedirler. Bazen şehirler canını yakar, ne de olsa kadın imgesi ile hemhal olmuş bu toprak parçaları doğumlarından itibaren temsil ettikleri cinsiyete dönüşürler. Kadındaki biyolojik döngüden dolayı meydana gelen iniş çıkışlar bu şehirlere aksetmiştir, ve sokaklarında gezindiğim o süreçte farkettim ki artık şehirle ben bir beden olmuşuz. Istanbul güçlü kadın yanımı temsil ederken, Salzburg her defasında zayıflığımı yüzüme çarpıyordu. Bu şehirde bir seneyi doldurmadım ama o kadar çok paylaşımım oldu ki onunla, ondan kaçma planlarımı yaparken içimden bir ses beni hain olmakla nitelendirip duruyordu.

En çok sevginin ne demek olduğunu öğrendim, ardımda bıraktığım herkes,herşey ve bir şehir. Sevginin özlemle aynı kazanda kaynadığında nasıl kutsal bir iksire dönüştüğüne şahit oldum. Büyüdüm sanırım ben bu şehirde, ve kadınlığımın arka sokaklarına gizlenmiş yönlerim benimle yüz yüze gelme cesaretini gösterdi en nihayetinde. Istanbul saflığın, toyluğun, sınır tanımaz, hırslı, kapitalist, idealist bir kızın çoşkun nehriyken, Salzburg olgunluğun, mağrur duruşun, sadakatin, anneliğin, iffetin, teslimiyetin ve kadınlığın durgun bir denizi imiş. Ryszard Kapuscinski'nin "crossing the borders" (ya da bence "crossing the iron curtain") fetişizmi ile gelen ve her aştığı sınırla kendine ve bizlere yönlendirdiği sorularla mutlak doğrular dünyamızı sarsarak yüreğimizdeki, ruhumuzdaki yaralarla yüzleşmeyi sağlayan olgunlaşma evresi, bir anlamda sınırlar aşarak patlak veren içimizdeki kutsal devrim, bende de etkilerini göstermeye başladı. İşte Yavuz Selim'in satırları arasında gizlenmiş olan o meydan okuyuş, isyan sınırlarına selam çakma, o sevgiye ve sevgiliye teslimiyet gücü kudreti gariptir benliğimle hesaplaşmalara sebeb oldu. Neyi amaçlamıştım ben bu zaten kısacık olan hayatımda ve neler başarmıştım? Sevgi, etrafımdaki insanların hep para, haz, nefsani duygular,dünya, hırs, gereksiz buhranlara, savaşlara,kavgalara feda edilmişti. Kimse sevgi ile başlayan, ve sevgi ile yoğrulmuş dahası sevgi ile "Ol" denmiş ve olmuşluğun,varlığın başlangıcını hatırlamıyor ya da hatırlamak istemezcesine yerine en gereksiz duyguları bile tercih ediyordu ya, neden?
   Bir arkadaşımla hasret giderirken konu dönüp dolaşıp hayat adına hedeflerimize, ideallerimize gelmişti, ben projelerimi anlatırken birden ne kadar naif hissettim kendimi, ve ne kadar komiktik aslında. Biz minik insanlar, her zaman cahil, her zaman küçük hesapların peşinde sözde bilgeler. Yoo hayır sayın seyirciler biz naif olamazdık okumuştuk raflar dolusu kitaplar, ve en önemlisi biz Karkamış'taki Döne ya da Cizre'deki Kania gibi bakmıyorduk hayata,topluma, insanlığa! Kant'ı, Foucault'yu ya da Sartre'yi bilmezlerdi belki ama bilmek ne demektir ki aslında? Bir gün çok uzaklarda olan bir arkadaşımı ziyarete gittiğim sırada evindeki kütüphanesini incelerken bir kitap geçti elime, Mustafa Ulusoy'un "Nietzche ve Babaannem"i, kitaptan ufak bir alıntıyı buraya iliklemek gerekirse:
      NİETZSCHE bir felsefeciydi. Üniversiteden ayrılmış bir profesördü. Babaannem ise yalnızca bu gezegende yaşayan bir insandı. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımıydı. Babaannem okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti. Nietzsche üniversitede ders verirdi. Bir düzine kitap yazmıştı. Nietzsche çok tanınmış biriydi. Bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannem ise yalnızca oturduğu köyünde tanındı. Kocası ölünce babamın evine taşındı. Bir bahçeye açılan odasında yıllarca yaşadı. Mahallede kendisini tanıyan sayılı insan dışında bir ünü, şöhreti yoktu.
Kitabı okumaya başladığım anda beynimden değilde aksine yüreğimden beynime giden bir akım hissettim, kafamdaki idoller ve idealler uzak bir diyarın balçıklı gölüne karıştı, ayakları çıplak olmasına rağmen gülümseyen ve sınır tanımadan seven insanlar, hatta hatta karnı açken karnını sevgiyle doyuran. Karnına taş bağlayan ve bir kere bile şikayet ettiği işitilmemiş olan Ey Sevgili senin karnın ne ile doyardı! Yanına gelen sahabe, "Ya Resulallah, açım" deyip midesini bastıran taşı gösterdiğinde, O kendi kuşağını çözmüş ve yere iki tane taş düştüğünde yanına gelen sahabe bir kelime dahi etmeden yanından ayrılmıştı ya!Peki ya biz "insancıklar"....???......Ve sen yağmura teslim olurken sırtımı döndüm sana Ey Şehir!

3 Temmuz 2011 Pazar

Salzburg'a ara verirken

     Bir süredir yine yazmalara ara verdik sanırım ey ahali! Ama bahanem var,hatta bahanelerim var. Öncelikle yapmam gereken bir ödevim var. Ordan duyuyorum, "Bir ödev mi? Şükürsüz!". Hatta bu diyenleri daha da gaza getirecek diğer bir durum şöyleki, ödevim yirmibeş sayfalık bir ödev. Ve sesler yükselir, "Ayıp hoca yaaa,utan utan söylerken yüzün kızarsın,yerin dibine gir!". Ama eğer bu ödev Philosophy of Science ya da nam-ı diğer Theori Wissenschaft gibi bir konunun özeti ise verenin atasından başlayıp babamın tabiriyle "sinemaya götürmek lazım". Babamın küfretmemek için bulduğu çözümsel teknikler, ama tabii kelimelerin anlamlarından ziyade hangi bağlamda kullandığını biliyorsanız küfretmemiş olması tamamen servis dışı kalıyor nacizane Ben'e göre. Ama şuan bunu tartışmak yersiz,yurtsuz, kapısız,kulpsuz...siz,suzzzzz. Gelelim sinemaya götürülesice Philosophy of Science adındaki kitaba. Yazarını hayal ediyorum, akademisyen(tabii ki yoksa o saçmalıkları kim yazar),Nietzsche'nin yaltakçısı, banyo yapmıyor tuvaleti gerekli olmadıkça kullanmıyor (odanın köşesi ne güne duruyor?), "neden" sorusunu sormanın ve "Tanrı ölmüştür" demenin übermenschlich yani superhuman olmak olduğuna inanan ama, fakat, lakin, ne yazık ki, Nemrut'un sivrisineğe yenilmesi kadar ironik bir trajedinin popüler ürünü olma ayrıcalığına sahip bir gariban, oturduğu sandalyenin yerini değiştirdiğinde dünyaya barış getirebilceğine inanacak kadar değişim öncüsü, Nuh'un gemisi giderken arkadan onurlu bir gülümsemeyle başı dik sulara gömülen Beşer! Yazarımızı sulara gömerken gelelim sonraki gelişmelere, işte ben böyle ödevim,yazarım,kitabım hakkında hikayeler kurarken bir misafirim çıkageldi. Sonra birden,evet evet birden etrafımda birden ilgilenmem gereken insan silüetleri belirmeye başladı, ilk etapta gerçek olmadıklarını,halüsinasyon olduklarını varsaydım...meğerse aksi bir durum söz konusuymuş. Şu lanet Feminism'in biz kadınlara yüzyılı aşkındır aşılamaya çalıştığı "güçlü kadın profili" var ya, beddua edesim geliyor bazen Simone de Beauvoir'lara, Kate Millet'lara ve bunların binlerce fabrikasyon ürün versiyonlarına, yok yani Rousseau gibileri de lanetlik.
      İşte tam 72 saat önce sinir hücreleri destruction için climax point'a yaklaşırken üzerime ceketimi bile almadan valize son anda birşeyler tıkıp,hatta tıkarken kendimi"planlarım, planlarım,oooppss hayatım, nereye nereye" diye söylenirken Belçika'ya giden bir tren koltuğunda buldum. Etrafımdaki insanlar beni o kadar yormuş ki, bu uzun mu uzun tren yolculuğu gözümde bir hiç gibi geldi. Olayı daha da öteye götürmeyi planlamıştım, bir günü birlik İsveç fena olmaz dedim ama, sanırım beyninin parçalarını Salzach'a düşürmüş olan bu kızı Belçika'daki dostlardan başka kimse anlayamaz (uzaklarımdaki diğerleri kırılmayınız, çünkü jet lag dinlemeyen bir yüreğim var benim...bir dakka yüreğim buralarda bir yerlerde olmalıydı??!!). Antwerpen, işte bu sene nefes almamı sağlayan tek mekan, "topluma karışmak" adındaki kelime topluluğunu tam da Türk Dil Kurumundaki anlamını benim için karşılayan yer! Burda bir "Sevgi Cumhuriyeti" var sıcacık, Kuzeyin soğuklarına rağmen. Havada uçuşan güzel sözcükler var etrafımda, bir kaçını yakalayıp cebime atıp geri döncem bir kaç güne, sanırım bir süre onlarla idare edebilirim.
    
    Ve ben bu satirlari yazarken Flaman diyarinin bir kosesine pusmus bir kediymisim, sonra kedinin birden kacasi gelmis, baglanmamak adina yine "Yolculuk!" demis icindeki kedi ruh, ve gocmus kedi. O yol senin bu yol benim,yorulmadan, biraz huzunlu, biraz mutlu, biraz kizgin, yanlis anlamayin tum kizginligi kendine, enaniyetine, ve sevdiklerine karsi yapamadigi fedakarliklara....Bir sarkinin misralari var beynimin kivrimlari arasinda her bir kelimesini icime dogru soyluyorum,sessizce, dusuncelerim arasinda kalmis bir sarki bu....Bana bir hic ugruna biraktiklarimi hatirlatiyor, savasmaktansa kacmayi yegledigim hersey,herkes ve Istanbul'um...
Başka birşey
Yok elimde hafızamda
Düşünüyorum,
Ne kadar yer etmiş olabilir ?
İstiklal caddesi kadar...